15 Temmuz 2009 Çarşamba

Hızır’ın sırrında saklı Musâ’nın aklı/ğı


Senai DEMİRCİ
Hızır’ın sırrında saklı Musâ’nın aklı/ğı
26 Eylül 2008 17:01

“Bir zaman, bir asker, meydan-ı harb ve imtihanda, kâr ve zarar deveranında pek müthiş bir vaziyete düşer. Şöyle ki; sağ ve sol iki tarafından dehşetli, derin iki yara ile yaralı, ve arkasında cesîm bir arslan, ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor.
Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor. Hem bu haliyle beraber uzun bir yolculuğu var.”

Seni bugünden yarına taşıyan varlık geminde hiç yara olsun istemezdin. Teninde ne bir çizik olmalıydı ne bir sancı dokunmalıydı kalbine. Sürgünsün ömrünün darlığına. Sevdaların başını sokamıyor dünyanın kuytusuna. Bir tutam hırçın kırmızısın ağarmayan karanın bahtında. Nefesine dolanmış arsız çığlıklar. Sesini eşkıyalar yağmalamış; suskunun uçurumunda her hece tutunacağın son dal. Sağır gecelerin ayazında kavrulmuş iç huzurunun nazlı tohumları. Eksilmişsin. Dünyanın ölümcül dalgalarında salınıp duran huzurun iki yanından delinmiş. Suçsuz yere irtifasından edilmiş umutların. Durduk yerde kalbin güvertesinde büyüttüğün neşveler hüznün sularına batmış. Acizsin; başına geleceklere karşı dayanağın yok. Yoksulsun; elinde tuttuklarını tutmaya mecalin yok; elinden tutanları saklayacak sığınağın yok.

“...o biçare asker sensin. O iki yara ise birisi müz’iç ve hadsiz bir acz-i beşerî, diğeri elîm, nihayetsiz bir fakr-ı insanîdir.”

Mûsa’nın[as] hayreti gırtlağında düğüm düğüm büyüyor: “Halkını boğmak için mi deldin gemiyi?”

* * *

Karşı kıyıya geçmeden tükeniyor varlığın. Nefesin ecele yazılı. Derin bir mezar kazıyor zaman hatıranın üstüne. Taşa çiziliyor her akşam hüsrânının resmi. Göz bebeğinde büyüttüğün hâreler sönmeye hazırlanıyor. Ayaklarının altından giderek çekiliyor kumlar; seni süzüyor boğumunda dar vakitler. Ölüme b/akıyor göz bebeklerin. Ol hikâyenin kahramanısın ki arttıkça yitiyorsun şafağın koynunda. Ak örtülere sarıyor seni saatler. Her gece seni sessizliğe kefenliyor. Gövden d/iri bir tabut gibi her daim toprağa, toprağa indiriliyor. Ensende nefesini tüketmeye kurulu o sıcak nefesi hiç eksiltemiyorsun. Akrep yelkovanla nöbetleştikçe bin akrep ısırığı yiyor ömrünü. Yırtıcı bir arslanın önü sıra nefes nefese koşar gibisin.

“...o arslan ise eceldir.”

Mûsa’nın[as] isyanı sarıyor nefesini: “Tertemiz bir canı katlettin ha!”

* * *

Hazların köşeye sıkışıyor. Lezzetlerin zevâlin uçurumuna düşüyor. Ayağının altında uçurumlar büyüyor. Yürüdüğün yerler kuyular açıyor kalbine. Yusufleyin gömleğin kanlanıyor; zaman bezirgânının elinde ucuza satılıyorsun. Ederini kimseler bilmiyor. Hiç sebepsiz, hiç zamansız bir ölüm gözlüyor yolunu. Seni ve sevdiklerini, seni ve sevdalarını darağacının gölgesine yanaştırıyor her an. Sen kaçtıkça, şah damarına daha sıkı sarılıyor vaktin urganı. Çırpınışın daha bir canlı kılıyor can hışırtısını. Can pareleniyor: tuğlaları düşüyor ömrünün. Keyfini çevreleyen duvarlar yıkılıyor. Hayal kulelerin yıkılıyor hüzünlerin vuruşuyla. Yıkılmak üzere olan bir duvarın önüne sürükleniyorsun. Gövdenin dem-be-dem toprağa yıkılıyor. Gözünün karanlığa akışını görüyorsun. Kemiklerinin toz olmuş haline şaşıyorsun.

“...o darağacı ise ölüm ve zeval ve firaktır ki, gece gündüzün dönmesinde her dost veda eder, kaybolur.”

Mûsa’nın[as] şaşkınlığı çarpıyor yüzüne. Yıkık duvarın onarılmasına şaşırması gibi, kurumuş kemiklerinin yeniden hayat bulmasına aklın ermiyor: “Nasıl yaparsın bunu?”

* * *

Said Nursî’nin Yedinci Söz’ü her anına Hızır ile Mûsa kıssasının sancısını taşıyor aslında. İlk olarak, fark ediyorsun ki, Rahîm olan Rabbin bir Hızır dokunuşuyla varlık gemini acz ve fakr ile yaralamış. O yaraların sancısıyla O’nun rahmetine koşuyorsun. İkinci olarak, anlıyorsun ki, Hakîm olan Rabbin ecelini ardın sıra koşturarak, Hızır’ın dokunduğu çocuk gibi canını katle yazmış. Ecelin telaşıyla, yolcu kalmaya değil, gitmeye ayarlı olduğunu anlıyorsun. Şu dünyada bir ağaç altında gölgelenir gibi gölgelenen o kutlu yolcunun hâlini kuşanıyorsun. Son olarak, görüyorsun ki, Kadîr olan Sahibin ölümü ve ölümün beslediği ayrılıkları yıkık duvar gibi her daim gözünün önünde tutuyor. Hızır suskunluğu ile, kabrinin yıkık taşları altında, ömrünün dağınık yaprakları arasında senin için sonsuzluk sırrını saklıyor.

www.senaidemirci.net

Adem’e (as) secde ediyor muyuz?


Senai DEMİRCİ
Adem’e (as) secde ediyor muyuz?
21 Aralık 2008 22:37

Adem’e (as) secde etmek, Adem’e (as) secde etmekten ibaret değildir. Âdem (as) görünümündeki iradeye teslim olmaktır. Adem ki topraktan, sen ateş de olsan Adem’in toprağına değil, Adem’i topraktan var etmeyi tercih edene secde edersin. Kâbe ki taştan, sen insan da olsan, Kâbe’yi “hürmetli ev” kılana, seni o taşa doğru yönelmeye emredene secde edeceksin. Başka türlü hesaplar soktun mu araya, “başka türlü” olursun, “Sen-ben “ davasına girersin. “Ben” olarak “Sen” dediğin Rabbine büyüklenmeni, “Adem topraktan ama…” ambalajında saklarsın. Sanki O bilmiyormuş gibi kendine sakladığını ve kendinden bile sakladığını…

Melekler ve İblis Rabblerine itaatlerinde Âdem üzerinden sınandılar. Melekler kazandı, İblis kaybetti. Şimdi de her birimiz o sınamadayız. Kardeşimiz “Adem”ler (ve tabii ki “Havva”lar da…) üzerinden Rabbimize imanımız ve teslimiyetimiz sınanıyor. İhlas Risalesi’nin mihverini oluşturan, üzerimize ağır bir yükümlülük olarak geldiğini bile fark edemediğimiz “tefâni düsturu” böyle bir sınanmanın ekseni…

Kardeşin kardeşte fani olması… Ama nasıl? Ama niye? Kardeşini bir mümin olarak yanına koyan Rabbin, ondaki imana en az Kâbe kadar hürmet etmeni, ondaki İslam’ı en az Uhud Dağı kadar büyük görmeni bekliyor senden…

Nasıl ki Adem’in (as) varlığı, Rabbimizin iradesinin ete kemiğe bürünmüş halidir; kardeşimizin yanımızda “mümin” ve “Müslüman” sıfatıyla varlığı da, Rabbine nisbetle yaşamasının Kâbe kadar somutlaşmış halidir, Rabbine teslimiyetinin Uhud dağı büyüklüğünce gözle görülür, elle dokunulur şeklidir.

Kardeşimizin yanımızdaki varlığı “meşiet-i İlahiyye”nin tezahürüdür. Her bir kardeşimiz, imanın ete kemiğe bürünmüş halidir, İslam’ın sıcacık nefeslere dolanmış heykeli gibidir. Üstünlüğümüz o meşiete, o iradeye teslim olup olmamamız ekseninde gelişir. Kendimize kendimizden kaynaklanan üstünlükler atfetmeye başladığımızda, “ben ateştenim!” diyen İblis’le yoldaş olmanın yolunu döşemeye başlıyoruz. İblis, “ben, ben!” deyişini ateşten oluşuyla gerekçelendirdi. Doğrudan “ben!” demek yerine, yandan dolandı, bin dereden su taşıdı. Rabbine diklenmesini ise “…Ama Adem topraktan!” bahanesiyle kamufle etmeye kalktı, ipe un serdi.

Kardeşlerimizin çakıl taşı sıradanlığındaki ve küçüklüğündeki hataları, onların varlığıyla görünür kıldıkları “iman”ı ve “İslam”ı gözümüzde ve gönlümüzde önemsizleştirip küçültüyorsa, “ben ondan iyiyim!”savunmasına gerekçe hazırlıyoruz demektir. Yani, İblis’in asıl derdi, “o değil; ben!” demektir de, sözünü “ateş” ve “toprak”la süslemektedir. Sanki kendisi topraktan, Adem de (as) ateşten olsaydı, tavrı değişecekmiş gibi.. İblis’in asıl derdi, Adem’le de değildir! Adem’i (as) karşısına koyan Rabbiyledir. Asıl derdini söylemek yerine “ben mi Adem mi?” polemiği ile lafı gevelemektedir. Eğer, Rabbine karşı diklenmesi olmasaydı, ne toprağı, ne ateşi, ne Adem’i (as) dert edinirdi, Rabbinin çağırdığı yerde/halde hemen oluverirdi.

Şimdi bir kez daha düşünelim, İhlas’ın tarifini aldığımız ve İhlas Risalesi’nin başlığı olan ayet üzerinde.. “Ve kûmu lilllah…” “Allah için olunuz…” (Bakara, 238) Kendisinin sözde üstünlüğü hatırına ayakta kalan, secde etmekten geri duran İblis (ve yoldaşları) “Allah için oluyor/duruyor” değil. Kendisine sözde aşağılık atfedenleri de ciddiye alıp zillete düşen, alçaklığı kabullenen de “Allah için eğiliyor” değildir.

Şu halde, hatalarına ve kusurlarına rağmen, bizden üç günden fazla küsmeyi hak etmeyen iman ve İslam kardeşimizin arzularını kendi arzularımızın önüne geçirebiliyorsak, yani kardeşimizde fani olabiliyorsak, kardeşimizde değil, onu “iman”ın şahidi ve “İslam”ın hali olarak yanımıza koyan Allah’ta fani oluyoruz demektir. “Fenafi’lihvan”, bu zamanda, “Fenafillah”ın en zorlu ve en sahici şeklidir. Var mıyız?

senai@senademirci.net

Yusuf Kıssası'nın finalisti olamamak...


Senai DEMİRCİ
Yusuf Kıssası'nın finalisti olamamak...
29 Mayıs 2009 Cuma 06:18

Gıybette konuştuğumuz şey “gerçek-dışı” olsaydı, bari sadece biz utanmakla kalırdık, o da zaten kendisinde olmayan bir sıfatla anıldığı için her görüşmemizde utanmak zorunda kalmazdı. Gıybet değil de iftira etseydik ona, hakkındaki nahoşluk yalan olsaydı, onu utandırmaktan korkmazdık, onu utandırdığımız için de utanmak zorunda kalmazdık. Kendi utancımız tek taraflı bir perde olarak kalırdı arada. Ama o “nahoş gerçek” ortaya döküldüğünde, her iki tarafı birden utandırır. Utananlar çoğalır. Hakkında konuştuğumuz nahoş gerçeği açık ettiğimiz birinin yüzüne bakmaya utanırız. Onu da yüzümüze bakmaya utandırırız. İki taraflı bir perde örülür aramızda.

Güzeller güzeli Yusuf Kıssası’nın akışı içinde sessiz ve sözsüz dersler vardır. Kıssada sözle hiç vurgulanmaz ama Yusuf[as], onca kötülük gördüğü halde, kimsenin gıybetini yapmaz. Kimsenin gıyabında yapılmış bir konuşması aktarılmaz Yusuf’un[as]. Sözlerinin hepsi de kişilerin yüzüne karşı söylenmiştir. Kimseyi ardından yaptıkları nahoş işlerle anmaz. Ne kardeşlerini, ne kendini ucuza satan kervanı, ne saldırısına ve iftirasına maruz kaldığı “Zeliha”yı, ne de haklı olduğunu bildiği halde zindana atılmasına göz yuman “aziz”i…

Yusuf[as], en başta, kardeşlerinin gıybetini yapmadı. Oysa haklıydı. Kime anlatsa başına gelenleri, ona hak verecekti. Üstelik söyleyecekleri doğru olacaktı. Kendisine haset etmişlerdi. Önce öldürmeye kalkmışlar, sonra da ıssız bir kuyuya atmışlardı. Üstelik gömleğini de üzerinden sıyırıp almışlar, çıplak bırakmışlardı.

Eğer Yusuf[as] kardeşlerinin gıyabında, onları yaptıkları nahoş şeylerle ansaydı, sonunda, kendilerini Yusuf’un[as] karşısında bulup pişmanlıklarını ifade ettiklerinde sevinebilecek miydi? Kendisini bulan kervancılara anlatabilirdi doğruları… Kendisini satın alan “aziz”e gammazlayabilirdi kardeşlerini. Güzelliği karşısında ellerini kesen kadınlara geçebilirdi nasıl da kuyulara itildiğini… Çile çektiği zindanda uzun dedikodulara konu edebilirdi kardeşlerini...

Peki ya o gün geldiğinde.. Kıssanın finali gelip çattığında, kötülük ettikleri Yusuf’u[as] kendilerine iyilik eder halde bulan kardeşleri mahcup olduğunda… “Sen gerçekten Yusuf’sun, öyle mi?” [Yusuf, 90] şaşkınlığının eşiğinde itirafa durduklarında, gıybet etmiş bir Yusuf’un[as] hali nasıl olacaktı? Yusuf[as] da gıybetlerini ederek kardeşlerine kötülük yapmış biri olacağı için, kardeşlerinin “Allah seni bize üstün kıldı ve biz de gerçekten hataya düşenlerden olduk” [Yusuf, 91] sözünü vicdan azabı olmaksızın dinleyebilecek miydi? “Ah, ah, kardeşlerim, ben sizi nicelerine kötüledim, bundan böyle size yeni bir sayfa açma hakkım kalmadı” demek zorunda kalmaz mıydı? O sahici mahcubiyetin önünde sahici bir haklılıkla durabilecek miydi? Bu sahici pişmanlığın oluşmasına katkıda bulunmuş sayabilecek miydi kendini? “Bundan böyle ben sizi bağışlamış olsam da, gıybetinizi dinlettiklerim sizi hep kötü bilecek, sizi hiç bağışlamayacak. İyiliğine şimdi inandığım kardeşlerimi bir ömür kötülükle etiketleyen ben özür dilenmeyi hak etmedim ki...” diye yanıp yakılmaz mıydı?

Anlaşılan o ki, gıybet ettiğimizde, gıybeti ettiğimiz kişiyle yüzleşmeyi ömür boyu iptal ediyoruz. Gıybeti itiraf etsek bir dert, etmesek ayrı bir dert… İtirafta da itirafsızlıkta da çıkış yok. İtiraf etsek, kardeşimizi utandırmaktan korkarız, kendimiz zaten utanırız, üstelik onu, hakkındaki nahoş gerçekle utandırdığımıza da utanırız. Gıybette konuştuğumuz şey “gerçek-dışı” olsaydı, bari sadece biz utanmakla kalırdık, o da zaten kendisinde olmayan bir sıfatla anıldığı için her görüşmemizde utanmak zorunda kalmazdı. Gıybet değil de iftira etseydik ona, hakkındaki nahoşluk yalan olsaydı, onu utandırmaktan korkmazdık, onu utandırdığımız için de utanmak zorunda kalmazdık. Kendi utancımız tek taraflı bir perde olarak kalırdı arada. Ama o “nahoş gerçek” ortaya döküldüğünde, her iki tarafı birden utandırır. Utananlar çoğalır. Hakkında konuştuğumuz nahoş gerçeği açık ettiğimiz birinin yüzüne bakmaya utanırız. Onu da yüzümüze bakmaya utandırırız. İki taraflı bir perde örülür aramızda.

Öyleyse itiraf etmeyelim mi gıybeti? Bu da çözüm değil.. İtiraf etmezsek, kendisinden sürekli sakladığımız bir sır olduğu için kardeşimizle ilişkimiz asla “açık” olamaz. Her iltifatımızda, utandığımız için ilişkimiz o farkında olmadığı halde bir türlü “içten”lik kazanamaz. Ondan sürekli saklanır gibi oluruz. Ona onun haberi olmaksızın, kendi suçumuz yüzünden kötülük yaparız. Kendi kötülüğümüz yüzünden onu mağdur ederiz. Ne yazık ki bunu ona haber veremeyiz. Aramızdaki o soğukluk hep kalır, giderek buzlanır.

Gıybet ettiysek, Yusuf’un[as] pişman olan kardeşlerine söylediği şu final sözünü söyleme hakkını ebediyen kaybederiz: “Bugün size kınama yoktur. Sizi Allah bağışlasın. O, merhametlilerin merhametlisidir.” [Yusuf, 92] Gıyabında defalarca kınadığımız kardeşlerimize “Bugün size kınama yoktur” dersek, nasıl da bir anda ikiyüzlü oluveririz! Dün niye kınama vardı peki? Bugün kınamamaya karar verdiğimiz kardeşimiz, dünkü kınamalarımızı dinleyenlerin hatıralarında, bakışlarında bugün de, yarın da kınanmaya devam edecek… “Bugün size kınama yok!” deme ikiyüzlülüğünü göze alsak bile, fiziksel olarak bugün kınamaları durduramayız.. Kardeşimiz, hakkında bildiklerinden habersiz olduğu için kendisini asla savunamayacağı kişilerin gözünde sürekli kınanmaya devam edecek. “Bugün size kınama yok!” deme hakkını elde edebilmemiz için dünlerin hiçbirinde, kardeşlerimizi kınamış olmamamız gerek.

Bize kötülük yapmış da olsa kardeşlerimiz karşısında bir “Yusuf[as] sözlü” olma fırsatını dilimizle itiyoruz. Güzeller güzeli Yusuf Kıssası’nın güzel sözlü finalisti olamıyoruz…

Musa ve Hızır :Gemi delme

Karakter boyutu : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
Senai DEMİRCİ
İnfak: Hızır'ın yanında Mûsa olabilmek için
15 Temmuz 2009 Çarşamba 08:27

I.
Ekmek teknemiz niye delinir?
Hızır'ın gemiye yaptığını yapıyor Rabbimiz canımıza ve malımıza. Deliyor. Köşesinden kırpıyor. Kenarından azaltıyor. Biz ise Mûsa [as] gibi telaşla soruyoruz: "Ne yaptın sen? Ekmek teknemizi mi batırmak istiyorsun?"
Rabbimizin bizi beraberliğine seçişin şartı O'ndan razı olmak. O'na razı olmak. O'nunla yetinmek. O'nun yanımızdaki varlığı, O'nun bizi yanında var etmesi, sahip olabileceklerimizin en önemlisi, en önceliklisi. Şimdi, bize verdiklerinden bizim de başkalarına vermemizi istiyor. Ama sadece 'bize verdiklerinden', 'kendi malımızdan' değil. 'Bize verilen'i, başkalarına vermek kolay olmalı' Ama 'bizim olanı' başkasına vermek zordur. 'Bizim olan' niye başkasının olsun? İşte sınandığımız yer: Başkasına vermekte zorlanıyorsak, bizde olanı 'bizim olan' sanmaya başlamışız demektir. Verme zorluyor bizi ki, 'bizim olan'ı 'bize verilen'e dönüştürebilelim. 'Bize verilen'i 'bizim olan' sanmaya başlamışsak, O'nun verdiğini gasp etmiş olmalıyız. Seve seve verebiliyorsak, canla başla terk edebiliyorsak 'bizim olan'ları, 'O'nun bize verdiğini' sözle değil sadece, eylemimizle onaylarız. Aklımızın almak istemediği gerçeği, sevdiğimiz şeylerden vererek aklımıza yediririz. Bağlandığımız şeylerle bağımızı çözerek kalbimizi 'bize Veren'e bağlarız.

Eğer o gemi 'hasarlı' kılınmasaydı, arkadan gelen zalim yöneticinin eline geçecekti. Eğer malımız zekâtla eksiltilmeseydi, servetimiz infakla delinmeseydi, biriktirdikçe, yığdıkça, hırsımızın eline geçecekti. Hırsımızı besleyen malımız, bizi kendisini çoğaltmakla, korumakla, elde tutmakla oyalayacaktı. Malımız bize hizmet edeceğine, malımız bizi kendine hizmetkâr edecekti. Biz servetimizin sahibi değil, servetimiz bize sahip olacaktı. Asıl o zaman gerçek anlamda eksilecektik, kaybedecektik. Güvenilmez olan mala güvenerek aldanacaktık. Bizi terk eden serveti, biz terk etmeyerek boş yere oyalanacaktık. Azalan mülkümüzü, zayıflayan canımızı kendimize kalkan yapmaya kalkarak yenilecektik. Ekmeğimizle bencilliğimizi besleyerek, ekmek teknemizi batıracaktık. Kendimizi malla yüceltme alçaklığına batacaktık. Serveti paylaşmaktan uzaklaşıp 'bencilleşme' bataklığına gömülecektik. İşte o zaman 'malı yığdıkça yığan [ve] malının kendisini ölümsüz yapacağını sanan'lardan [Hümeze; 2-3] olacaktık. Şükür ki ekmek teknemiz delindi.

II.
Hırsımız niye öldürülür?
Karşı kıyıya geçen Hızır, bu defa, hiç sebebi yokken bir genci öldürür. Mûsa [as] buna da itiraz eder. 'Demek sen, hiç sebepsiz bir cana kıydın ha...?
Rabbine asi geleceğini, anne babasına hayırsız olacağını bildiği gencin yerine itaatli ve hayırlı bir evlat gelsin diye öldürdüğünü söyler Hızır. Eğer o 'genç' yaşasaydı, hem asi olacaktı hem de yerine gelecek itaatli kardeşinin yerini gasp edecekti. Aynen öyle de; Rabbimiz servetimizi zekâtla budamayı diler. Dallarını kısaltır, başına buyruk uzayıp genişlemesine izin vermez. Kazandığını Rabbinin emriyle, bile isteye azaltan her kul, sahiplenme hevesinin katledildiğini fark eder. Sahiplenme hırsı, yığma, biriktirme, çoğaltma, bencilleşme, cimrileşme ile dal budak salmasına, gövdesine bigânelikten ve vurdumduymazlıktan kalın kabuklar sarmaya başlamadan budanır. Büyüyüp kartlaşmadan, ağırlaşıp sertleşmeden, yeni sürgünler vermesi sağlanır. Budanmış bir ağacın daha gür yapraklar açması, daha kalın dallar uzatması gibi, zekâtla budanmış servet hayırla çoğalır. İnfakla asıl sahibine teslim edilmiş mal daha sağlam ve gürbüz olarak genişler. Sahiplenme hevesi öldürülmüş, çoğaltma hırsı katledilmiş, biriktirme arzusu yok edilmiş, üst üste yığma telaşı söndürülmüş yeni bir 'sahip' bulur mal kendine böylece. Artık mal da hayırlıdır, sahibi de hayırlıdır.

III.
Malımız bizden niye saklanır?
Hızır ile Mûsa [as] sonunda bir köye varırlar. Köylüler ne yiyecek verirler ne barınak sunarlar onlara. Hızır, buna rağmen, köyün yıkık duvarını onarır. Bu defa, Mûsa'nın [as] 'Ama nasıl olur?' çığlığı son kez yankılanır. 'İsteseydin bunun için bir ücret alabilirdin!' Ama Hızır ile Mûsa'nın yolları artık ayrılmıştır. İşin aslı şudur: Köyde yetimlere ait bir hazine saklıdır duvarın içinde. Öyle yıkık kalsaydı, yetimler reşit olmadan hazine bulunacak ve hiç şüphesiz o köylüler tarafından gasp edilecek, yağmalanacaktı. 'Duvarı onardım ki, yetimler büyüyünceye kadar hazine saklı kalsın. Kimsenin eline geçmesin!'
Rabbimiz, yine Hızır'ın köylülere yaptığını yapar bize de. Asla ihtiyacı olmadığı halde, bizden 'borç' ister: 'Kim Allah'a güzel bir borç vermek ister?' [245] Borcu canımızdan malımızdan ister. Oysa canımız da malımız da yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gibi değil mi? O'na hiçbir yararı olmadığı halde, bizden hatırı için harcama yapmamızı ister: 'Yalnızca Allah'ı kazanmak için harcayın!' [Bakara, 272] Oysa hatırı için harcamasak da elimizdekiler elimizden çıkıyor değil mi? Hem eskiyor hem eksiliyor. Hem miktarı hem değeri azalıyor. 'Tanık olsun ki asr; hüsrandadır insan' [Asr, 1-2] Zamanın akışı tanıktır ki, hep kaybediyoruz. Geçen her gün ömürden eksiliyor. Gelen her an ömrümüzü törpülüyor. Umutlarımızı uçurduğumuz yarınlar tükeniyor. Yaslandığımız duvarlar çöküyor.

Rabbimiz duvarımızı onarıyor. Bu dünyada elimize bıraksaydı canımızı ve malımızı, biz hem onları kaybederdik, hem onlarla kaybederdik. Onları kaybederdik, çünkü ebedîleştirecek, fani olmaktan kurtaracak bir yol bulamazdık. Onlarla kaybederdik, çünkü onlara güvenip, hiç bitmeyecekmiş sanarak, hep birikecekmiş gibi sayarak bencilliğin bataklığına, kibrin kirine batardık. Rabbimiz, bizden kendi malımızı saklıyor. Reşit olduğumuz, yani gerçeği hakkıyla görebildiğimiz hesap günü elimize verecek. Rabbimiz, çok sevdiğimiz canımızı bizden istiyor, kendi yolunda yoruyor. Böylece canımızı ebediyen bize saklıyor. Nefsimizin elinde yağmalanmasını önlüyor ebediyet hazinemizin. Bencilliğimizin gasp etmesine izin vermiyor sonsuzluk sermayemizi. Elimizden aldıklarıyla, bizden sakladıklarıyla, üzerini infakla örttükleriyle, 'kimsenin kimseye fayda vermediği' o 'kara gün' için 'ak akçe'ler biriktiriyor.

29 Haziran 2009 Pazartesi